30,1045$% -0.01
32,7584€% -0.03
38,0444£% 0
1.962,95%-1,24
3.323,00%-0,32
1302035฿%1.00412
Bugün Türkiye’de adalet sisteminin üzerinde taşıdığı yük, artık sadece hukukçuların değil, her vatandaşın doğrudan hissettiği bir yapısal krize dönüşmüş durumdadır. Cezaevlerinde halihazırda bulunan yaklaşık 410.000 mahkûm, Türkiye’nin adalet sistemine dair bir resim sunmaktan öte, bizzat sistemin gerçekliğini gözler önüne sermektedir. Bu sayı, Türkiye’nin 81 iline ek olarak adeta bir “82. vilayet” gibi çalışan cezaevi sistemi gerçeğini ortaya koymaktadır.
Bu tablonun arka planında yalnızca cezaevlerinde bulunanlar değil, aynı zamanda haklarında yakalama kararı bulunan on binlerce kişi, şartlı tahliye kapsamında serbest bırakılan yüz binler ve kolluk güçlerinin halen aradığı bir milyonu aşkın insan bulunmaktadır. Cezaevi kapasitesinin çok üzerinde bir nüfusu barındırmaya çalışması, devletin ceza infaz kurumları üzerinde sürdürülebilirlikten uzak, kriz yönetimi tarzında bir işleyiş içinde olduğunu düşündürmektedir.
Adalet mekanizmasının yükünü yalnızca cezaevleri değil, aynı zamanda yargı organlarının üzerindeki dava yoğunluğu da oluşturmaktadır. Türkiye genelinde yerel mahkemeler, istinaf mahkemeleri ve Yargıtay’ın üzerinde bulunduğu 8,5 milyon dava dosyası, sistemin ne denli tıkanmış olduğunu göstermektedir. Bu sayıya henüz yargıya intikal etmemiş, ancak dosyalaşma sürecinde olan yaklaşık 5 milyon potansiyel dava dosyası da eklendiğinde ortaya çıkan tablo, hukuki tıkanıklığın boyutlarını katlayarak artırmaktadır.
Bu dosyaların içerdiği taraflar, tanıklar ve müştekiler hesaba katıldığında ise yargının doğrudan ya da dolaylı şekilde temas ettiği insan sayısı 50 milyonun üzerine çıkmaktadır. Türkiye’nin 18 yaş üzeri nüfusunun yaklaşık 60 milyon kişi olduğu düşünüldüğünde, neredeyse her iki kişiden biri bir şekilde yargı süreçlerinin içinde ya da çevresindedir. Bu durum, adliyelerin adeta birer “arı kovanı” gibi işlemesine neden olmakta; yargının asli görevi olan adaleti tesis etmek işlevi, niceliksel yoğunluk karşısında niteliksel olarak sekteye uğramaktadır.
Bir başka dikkat çekici veri, yerel mahkemelerin verdiği mahkûmiyet kararlarının yaklaşık %67 oranında üst mahkemelerce bozulmasıdır. Bu oran, yargının alt kademelerinde verilen kararların hem hukuka uygunluğu hem de adalet duygusu açısından ciddi sorgulamalara açık olduğunu göstermektedir.
Ayrıca FETÖ terör örgütüyle mücadele kapsamında yaklaşık 5.000 hâkim ve savcının görevden el çektirilmiş olması, onların geçmişte verdikleri kararların meşruiyetini de tartışmalı hale getirmiştir. Bu durum, toplumda hukuka ve yargıya olan güvenin sarsılmasına neden olmuş, adaletin tarafsızlığı ve bağımsızlığı ilkesi derin bir yara almıştır. Zira geçmişte verilen kararların hukuki temellerinin ne denli sağlıklı olduğu sorusu, yalnızca bireysel mağduriyetleri değil, aynı zamanda sistemsel bir güvensizlik iklimini de beslemektedir.
Bu noktada yapılması gereken, geçici çözümlerle sistemin ağır aksak ilerlemesine göz yummak değil; köklü bir yargı reformunu hayata geçirmektir. Yargı teşkilatında liyakat esaslı atama ve denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi, hukukun üstünlüğü ilkesinin tavizsiz biçimde işletilmesi, ceza adalet sisteminin yeniden yapılandırılması ve özellikle infaz rejiminin insan onuruna yaraşır hale getirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir.
Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, mahkûm edilen bireylerle birlikte onların eşleri, çocukları ve aileleri de hayatın olağan akışı içerisinde sosyal dışlanma, ekonomik mağduriyet ve psikolojik yıkım yaşamaktadır. Bu insanlar, suç işlememiş olmalarına rağmen, adeta açık cezaevinde yaşayan birer görünmez mağdura dönüşmektedir. Bu nedenle infaz sisteminde insan haklarını esas alan bütüncül bir yaklaşım benimsenmeli; cezalandırma mantığı yalnızca bireyle sınırlı tutulmalı, ailenin sosyal dokusu korunmalıdır.
Toplumsal infiale neden olmayan, kişisel hak ve özgürlüklere zarar vermeyen bazı suç tipleri için alternatif çözüm yolları (uzlaştırma, kamu hizmeti cezası, denetimli serbestlik gibi) daha etkin biçimde uygulanmalı; yargının yükü azaltılmalı ve cezaevleri asli işlevine döndürülmelidir.
Türkiye’nin adalet sisteminin yükünü hafifletmek, sadece mahkemelerin değil, toplumun tamamının ortak meselesidir. Adalet, bir milletin vicdanıdır. Bu vicdanı susturmak değil, duyulur kılmak sorumluluğu ise bugün hepimizin omuzlarındadır.
Fesih Mi, Yeni Bir Oyun Mu? PKK’nın Silah Bırakma Tartışmaları
Diyarbakır Web Tasarım Ajansı