DOLAR

30,1045$% -0.01

EURO

32,7584% -0.03

STERLİN

38,0444£% 0

GRAM ALTIN

1.962,95%-1,24

ÇEYREK ALTIN

3.323,00%-0,32

BİTCOİN

1302035฿%1.00412

İmsak Vakti a 02:00
Diyarbakır HAFİF YAĞMUR
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

Öğretmen Patatesten Daha Değerli

Sonbahar akşamları bir başkadır. Eylül’de mavi önlüğü giyip, beyaz yakalığı takarak okulun ilk haftası ve ilk günü birinci sınıfa başlamak ise bambaşkadır. İşte ben de o gün çantama kitaplarımı ve defterlerimi koyup okulun yolunu tuttum. Çanta dopdolu, ağırlığından zar zor yürüyorum.  İçinde kitapların dışında bir kaç domates birazda ekmek var. Malum acıkacağız. Çanta nasıl doldurulur yıllardır büyüklerimize bakarak öğrenmiştik. Doldururlarken çantayı, onları hayranlıkla izler, ne zaman okula başlayacağımızı hayal ederdik.

İşte benim aşkla gittiğim okul ise Van’ın Muradiye ilçesinin Köşk Köyü’ndeydi. Köşk Köyü Okul’u o zaman çevre köylerin en popüler okuluydu. Oysa okul daha yeni yapılmış yeni faaliyete girmişti. Boyası, badanası, bahçeye ekilen çimler bile yepyeniydi. Okulun Müdürü bile yeni müdür olmuş, çoğu öğretmeni yeni atanmıştı. Yani her bakımdan taptaze bir okuldu. Ama sanki ilçenin yıllardır en başarılı okuluymuş gibi ilgi görüyordu. Biz bile okulun yanından geçerken dönüp bir daha bakardık. Daha sonraları anladık ki bizim okulun şanı cüssesinden geliyormuş. O zaman tek katlı binalar içinde dört katlı tek yapı bu okuldu anlayacağınız. Yani okulumuz boy farkı ile öndeydi. Sonra boyuna   yaraşır başarıyı yakaladı tabi, o da ayrı mesele…

Okulun ilk günleri heyecanlıyız, tabi yaramazlık da var biraz. Yine kapının kolunu kırmışız. Okul müdürü bir hışımla içeri girdi, müdürün mimiklerinden bize kızdığı anlaşılıyor. Ama ne dediğini anlamıyoruz. Malum, o dönemin çocukları olarak, Kürtçeyi evde öğrenmişiz, Türkçeyi ise bismillah deyip okulda öğreneceğiz. Müdür, sopayı getireceğim ve sizi döveceğim deyip çekip gitti. Sopa deyince el işaretiyle elini yukarı kaldırıp indirmişti bir kaç defa. Belliydi ki bu sopa önemli bir şeydi. Ama neydi? Müdür gidince hemen “beyin fırtınası” yapmaya başladık. Sopa, acaba soba mıydı? Çünkü soba Kürtçede de soba idi. Ama müdürün bahsettiği soba olamazdı. Çünkü okulumuz kaloriferliydi. Hem Eylül ayıydı, havalar da sıcaktı. Hem de bir insan niye soba deyip de kızsın ki? Neyse ki imdadımıza Yusuf arkadaşımız yetişti. O da İstanbul’da büyümüş, ailesiyle birlikte bir kaç aydır tekrardan köye yerleşmişlerdi. Garibim o da ailesi onunla hep Türkçe konuşmuş ve kendisi Türkçe bilip, Kürtçe bilmiyordu. Ama Allah var, çocuk var gücüyle bize sopanın ne olduğunu ve birazdan felaketin kopacağını anlatmaya çalışıyor. Elini masaya, sıraya falan vuruyor, tahtadan yapılan ne varsa hepsine dokunuyor, ama nafile. Yusuf tahtaya dokununca hepimiz hep birlikte “aha müdür tahtadan bahsediyormuş” deyip. Sonra yine hep birlikte “niye tahta getirsin ki zaten tahta var sınıfta” deyip tekrardan Yusuf’un ne demeye çalıştığına odaklanıyorduk. Yusuf her neye dokunduysa neredeyse tepkimiz hep aynı oluyordu “niye olsun ki zaten sınıfta var.”

Derken müdür bir önceki girişinden daha haşin bir şekilde içeri girdi. Elindeki sopayla sırayla ellerimize vurdu. Ve biz o gün sopanın ne olduğunu uygulamalı öğrenmiş olduk. Ta o zamanlarda, okulun ilk günlerinde evvela “beyin fırtınası” yapıp, sonra öğrendiklerimizi yaparak-yaşayarak öğreniyorduk anlayacağın. Bloom’muş, Carrol’muş, Skinner’imiş, biz o öğrenme modellerini daha o dönemde uygulamaya başlamıştık bile. Ah yıllar ah…

Müdür, bizi dövdüğü için kızgın mıydık ona? Belki o anlık için evet. Ve vurduğu için de hiç birimizin psikolojisi bozulmadı. Hiç birimiz gece korkudan uykumuzdan uyanmadık. Bizim kızgınlığımız da onun kızgınlığı da bir iki saatte geçerdi. Zaten o zaman teneffüste falan onu bahçede gördük mü hemen yanına koşardık. Şimdi de nerede görsek hemen yanına gideriz. Geçenlerde arkadaşlarla oturuyoruz. Yanımızdan müdürümüz geçmişti. Üç arkadaş hemen kalktık arkasından koştuk, yanına vardık, elini öptük. Biraz yaşlanmıştı. Ama hala dinçti. Kendimizi ona tanıtınca hemen hatırladı.  İlk söylediği şey ‘‘Lan sizin yüzünüzden bir senede, o sınıfın dört tane kapı kolunu değiştirmiştim, kapı kolunu salıncak niyetine kullanan canavarları unutmak mümkün mü?’’ demek oldu. Hakikaten unutmamıştı. Aradan yaklaşık on beş sene geçmesine rağmen hala hatırlıyordu.  Orda biraz şakalaşıp, sohbet etmiştik.

Yine bir gün okulda çok önemli bir şey öğrendiğim günlerdendi. Öğretmen: “Evde herkes patatesten şekil yapsın sonra o şekli boyasın defterine bassın” diye ödev verdi. Öğretmenle Türkçe konuşamadığımız için ona hiç bir soru sormazdık. O bize bakınca onunla göz göze gelmemek için hemen başımızı yana çevirirdik ki Türkçe bilmediğimizi anlamasın. Ben de ona patatesin ne olduğunu sormadan eve geldim. Elimde kalem, kanepeye uzanmış şekilde tavana bakarak düşünüyorum. Patatesin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Patatesin sonundaki ‘s’ harfi, patatesi zihnimde çok farklı bir yerde konumlandırıyordu. O zamanlarda büyüklerle beraber yabancı filmleri izlerken işittiğim Markos, Herakliyus, Hernandes veya Cris gibi Patates de, o yakışıklı aktörlerden birinin ismi gibi geliyordu bana. Kendi kendime o filmlerde geçen cümlelere benzer cümleler kurmaya çalışıyordum. “Merheba Markos” ya da “Cris yine çok iyisin”  veya “Hey dostum Patates! nerelerdesin” gibi cümleler kurarak patatesi çoktan Hollywood’un zirvesine çıkartmıştım bile. Aslında bunu yapmamın sebebi patatesi zihnimde bir yere oturtabilmekti. Ama anlaşılan çok farklı bir yere oturtmuşum.

Annem de o sırada ev temizliği ile uğraşıyor. Bir ara dönüp bana baktı. Ve Kürtçe: “Ne o, tavanın ölçüsünü mü alıyorsun, ödevin yok mu senin?” dedi. Ben de Kürtçe: “Var ama hocanın bir kelimesini bir türlü anlamadım” dedim. Hemen doğrulup heyecanlı bir şekilde: “Bak anne, öğretmen üç şey dedi. Bunlar boya, şekil ve patates. Boyanın ne olduğunu biliyorum, şeklin de ne olduğunu geçen hafta öğrendim. Ama patatesi bilmiyorum. Bu patates kimdir” diye sordum? Sonra içimden annemin doğru düzgün Türkçe bilmediğini geçirince sorduğuma pişman olmuştum. Annem: “Oğlum patates kimdir diye sorulmaz, patates nedir diye sorulur. Patates, “kartol”dur oğlum. Yemekte yapılan kartol var ya işte o’’ dedi. Patatesin Kürtçe adı kartoldu. Tabi annemin bu dediği içime sinmedi. Annemin, patatesin kartol olduğunu bileceğini düşünemiyordum. Daha sonra kendi kendime o da benim gibi Türkçe bilmiyor ki, öylece aklına ilk gelen şeyi söylemiştir yani tahmin yürütmüştür dedim. ‘‘Yok anne patates hiç kartol olur mu?’’ falan diye itiraz ettim. Ama o ne yaptıysa patatesin kartol olduğuna inandıramadı beni.

Benim anlam veremediğim şey koskoca öğretmen gelip kartolden bahsedecek hem de sınıfta. Olacak şey değildi. Öğretmen gözümüzde o kadar yüceydi ki böyle kartol gibi şeylerden bahsedemezdi. O hep önemli şeylerden bahseder diye düşünürdük. Büyüklerimiz bile öğretmenle konuşurken hal hareketleri değişir. Öğretmene karşı saygınlık içerisinde konuşurlardı. Şimdi herkesin karşısında saygınlık içerisinde konuştuğu o kişi gelip patatesten bahsedemezdi. İmkanı yoktu.

Yine kanepeye uzanıp, ablamın okuldan gelmesini bekledim. Ablam gelir gelmez anneme anlattığım aynı şeyi ona da anlattım. Sonra böyle biraz çekingen bir tavırla ‘‘abla patates kartol mudur?’’ diye sordum. Bu soruyu sorarken içimden ‘‘inşallah patatesin kartol olmadığını söyler’’ diye dua ediyorum. Evet derse öğretmenin, gözümde karizması yerle bir olacak diye düşünüyorum.  Ablam evet deyip mutfağa gitti. Ben hiçbir tepki veremedim. Öylece kala kaldım. Ablam elinde bir patates  ve bıçakla tekrardan geldi. Patatesi kesti, yıldız şeklini verdi daha sonra boyadı ve defterime baskıladı.  Bu ödevi geçen sene biz de yaptık dedi. Bir anda hızlıca ablamın yanına gittim ve elindeki patatesi aldım. ‘‘vay be! Benim öğretmenim de her şeyi biliyor, baksana patatesten yıldız bile yapıldığını biliyor, demek ki bu patates önemli bir şey’’ deyip. Öğretmeni patates seviyesine indirmeden, patatesi öğretmenin seviyesine yükselttim. Ve böylece patates hak ettiği değeri almış olduJ

Öğretmenler, ailelerimizi çok yakından tanırdı. Sürekli de ev ziyaretinde bulunurlardı. Onlar eve gelince biz, saygı ile utanma arası bir hisle, kendimizi onlara göstertmemeye çalışırdık.  Ama hizmet etmeyi de ihmal etmezdik. Sofrayı serer, çaylarını doldururduk. Hocaların değerini biz ailelerimize bakarak öğrenmiştik. Çünkü aileler, öğretmene karşı daima alçak sesle konuşur ve öğretmen konuşurken de onları pür dikkat dinlerlerdi.  Rol model aldığımız babanın, öğretmene karşı bu tavrını gözlemler aynı şekilde davranmaya çalışırdık. Yani o zamanlar ailelerimiz, öğretmenleri gözümüzde değerli kılmıştı. İşte o yüzden, o dönemin çocuklarına ‘‘ büyüyünce ne olacaksın’’ diye sorulduğunda, genel olarak ‘‘ öğretmen olacağım’’ cevabı alınırdı. Ben de büyüyünce öğretmen olacağım diyenlerdendim…

Bu sebepledir ki öğretmen olmayı istemek, öğretmene verilen değerle doğru orantılı olduğu anlaşılıyor. Öğretmenlere çok değer verildiğinde ne olur? Öğretmenlik çekici bir meslek olur. Ve çok kişi öğretmen olmak ister. Ve bu mesleği isteyenlerin arasından yetkin ve en iyileri seçilir ve yetiştirilir. Böylece eğitim kalitesi arttırılır. Aynı zamanda toplumda kendisine değer verildiğini bilen kişinin meslek başarısı yüksek olur. Şimdi ise öğretmenlik toplumda değer verildiği için seçilen bir meslek değil, ‘‘Hiçbir yeri kazanamadı bari öğretmen olsun’’ söyleminden de anlaşıldığı gibi öğretmenlik işsiz kalmamak için seçilen bir meslek olmuş durumda.

Aslında halk arasında söylenen deyimlere ve söylemlere falan baktığımızda bir toplumda nelerin değer gördüğü veya nelerin değer görmediğini en iyi şekilde anlarız. Yaşı epey ilerlemiş erkek bekar bir öğretmenle konuşurken nasıl bir hata yaptıysam konuyu farkında olmadan evliliğe getirmişim. Arkadaş iç çekince o zaman anladım ki damarına basmışım. Ben hemen sustum. Evliliği ve neden şimdiye kadar evlenmediğini, her zaman dinlediğim meselelerini uzunca anlattı. Hem konuyu yanlışlıkla buraya getirdiğim için kendimi suçlu hissediyor, hem de anlattıklarını daha önce defalarca dinlediğim için bir an önce başka bir konuya geçilmesi için konuşmayıp sadece onu dinliyordum. Sonra biraz sustu. Ve bir anda bir veryansınla ‘‘Yav arkadaş! şu doktorları ve mühendisleri falan en çok niye kıskanıyorum biliyor musun?’’ diye sordu. ‘‘ Yok bilmiyorum, niye kıskanıyorsun’’ dediğimde,  cevap olarak ‘‘Yaşlı teyzeler evde kalmış kızlarını övmek için, ‘kızımı ne doktorlar, ne mühendisler,  ne avukatlar istedi de ben vermedim’ derler ya, işte bu söylemlerden dolayı  kıskanıyorum. Hiçbir teyze kızımı ne öğretmenler istedi de ben vermedim demiyor ya. Evde kalmış, yaşı geçmiş kızlarını bile biz öğretmenlere layık görmüyorlar, işte buna içim yanıyor.’’ dedi. Zaten neden evlenmediği öğretmen olması ile biraz alakalıydı. Her neyse… Hakikaten son birkaç yıldır teyzelerin bu söylemini dizilerde, filmlerde sıkça duymaya başlamıştık. Hele ki öğretmenlik topluma irfan ordusu kazandırmaya çalışan bir meslek olmasına rağmen, toplumda öğretmenlerin gördüğü değer, diğer mesleklere kıyasla çok aşağıda kalıyor.

Geçmiş dönemlerde öğretmene verilen değer, hiç şüphesiz daha yüksekti. Peki o dönemde öğrenci başarı seviyesi düşük müydü? Tartışmaya mahal vermeyecek şekilde öğrenci başarı seviyesi geçmiş dönemlerde daha iyiydi. O zamanlarda lise mezunu bir öğrenci makale, eleştiri, fıkra yazabilecek seviyedeydi. Hatta birkaç lise öğrencisi birleşip dergi çıkartması bile sık sık duyduğumuz şeylerdendi. Şimdi ise öğretmenin kravatıyla oynayan, öğretmeninin onurunu zedeleyen, bir patatese değer verdiği kadar öğretmenine değer vermeyen bazı öğrencilerin davranışlarını sık sık duyuyoruz. Ve şaşırıp kalıyoruz. Acaba bu duruma nasıl gelindi diye düşünüyoruz.

İmkanların kısıtlı olduğu o dönemlerde, bu zamana kıyasla daha başarılı ve daha ahlaklıydık. Tekrardan daha da başarılı olabiliriz. Nasıl? Tek bir şartla; öğretmenleri daha fazla onurlandırmakla. Aristo’nun dediği gibi ‘‘çocukların öğretmenleri, onların ebeveynlerinden daha fazla onurlandırılmalıdır. Zira anne ve babalar çocuklarına sadece yaşam verirler, öğretmenler ise yaşama sanatını.’’

Bu bilinçle hareket edildiğinde öğrenci patatese, kapının koluna ve hatta sopaya rağmen öğretmenine karşı büyük bir sevgi ve hayranlık duyar. Sopa kelimesi yanlış anlaşılmasın eğitimde şiddeti savunmuyorum. Sadece öğretmenin patatesten daha değerli olduğunu söylemeye çalışıyorum. Vesselam…

 

NOT: Bana can verdiği için babama ve anneme, iyi yaşamım için de öğretmenime minnettarım.

BÜYÜK İSKENDER(Aristo’nun öğrencisi)

 

Hamdullah ASKAR

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Kıyamet Kopsa Oy Vermeyeceğim ve Hayırla Yâd Etmeyeceğim, MHP’ye ‘‘Güvenirim’’; CHP’ye Güvenmem!

Diyarbakır Web Tasarım