41,6995$% 0,24
48,8259€% 0,44
56,1942£% 0,25
5.311,42%1,96
8.921,00%2,84
5206271฿%2.12252
12 Ağustos 2025 Salı
Aliyev–Trump Zirvesi: Yeni Dönemin Eşiğinde
Heyhat BOP Projesi Dolu Ortalık
Elektrikli otomobil alınır mı?
Bakan Göktaş, Aydın'da genç pilotlarla buluştu
On Gözlü Köprü'nün Arkasına Sığınan Eleştiriler; Hakkı Teslim Etmek Gerekmez mi?
Washington’da Beyaz Saray’ın tarihi odalarında 8 Ağustos 2025’te yaşananlar, sadece diplomatik bir ziyaret değildi. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in ABD Başkanı Donald Trump ile gerçekleştirdiği görüşme, Güney Kafkasya’nın jeopolitik dengelerini yeniden tanımlayabilecek bir hamleydi.
Bu buluşmanın perde arkasında, SOCAR ile ExxonMobil arasında imzalanan enerji anlaşmaları, Zengezur üzerinden planlanan “TRIPP” transit koridoru ve en önemlisi, Azerbaycan ile Ermenistan arasında paraflanan barış metni vardı. Yıllardır çözülemeyen bir düğüm, Washington’un arabuluculuğuyla gevşetilmeye çalışılıyordu.
Barış sürecinin bu denli ileri bir noktaya taşınması, sadece Bakü ve Erivan için değil, bölgedeki tüm güçler için yeni bir satranç oyununun başlangıcı demek. ABD, bu hamleyle Rusya’nın Kafkasya’daki geleneksel nüfuzunu gölgede bırakmayı hedeflerken; Azerbaycan, hem enerji projelerini güvence altına aldı hem de uluslararası arenada elini güçlendirdi.
Elbette bu sürecin eleştirileri de var. Özellikle Ermeni diasporası, atılan adımların geçmişte yaşanan acıların üstünü örtebileceği endişesini dile getiriyor. Fakat şurası kesin: Aliyev–Trump zirvesi, Güney Kafkasya’da yeni bir dönemin kapısını araladı.
Şimdi gözler, imzalanacak nihai barış anlaşmasında ve bu anlaşmanın sahada ne kadar uygulanabilir olacağında. Diplomasi satranç gibidir; her hamlenin bir karşı hamlesi olur. Fakat bu kez, belki de yıllardır süren oyunun kazananı, halklar olabilir.
Adnan Fişenk
“Barışa iki gün vardı… Sonra gökyüzünden ölüm yağdı.”
Ortadoğu, alışkın olduğumuz kriz takvimini yeniden güncelliyor. Bu kez takvimde barış vardı. İran ile Batı’nın diplomasi masasını yeniden kuracağı konuşulurken, İsrail gökten füze indirerek o masayı yerle bir etti.
Ve şimdi herkes aynı soruyu soruyor:
İsrail neden, neden tam da şimdi saldırdı?
Savaşın Zamanlaması: Tesadüf Değil, Tercih
İsrail’in saldırısı, İran ile yapılacak nükleer müzakerelerden yalnızca 48 saat önce geldi. Bu bir rastlantı değil. Aksine, bu bir “ön kesme” taktiği. Masanın kurulmasını engellemek, süreci başlamadan sabote etmek.
İsrail’in net mesajı şu:
“İran ile anlaşamazsınız. Biz masada yokuz, ama savaşta varız.”
ABD: Katılmadı Ama Göz Yumdu
Resmî olarak operasyonda yer almadı. Ama eski Başkan Trump’ın sözleri şifreyi açık ediyor:
“İsrail’e 60 gün verdik. Dolunca saldırdılar.”
Bu ne demek? ABD bu saldırının zamanlamasını önceden biliyordu. Sessiz onay mı verdi, yoksa bizzat teşvik mi etti? Bu sorular hâlâ havada.
Netanyahu’nun İç Siyaset Oyunu
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, içeride zorda. Koalisyon çatırdıyor, toplumsal huzursuzluk artıyor. Her kriz döneminde olduğu gibi, “dış düşman” kartı yeniden masada.
Bu saldırı iç kamuoyuna verilen bir mesaj:
“Bakın, nükleer İran’ı biz durdurduk.”
Ama gerçekte durdurulan barış çabası oldu.
Sonuç: Tetikte Bir Bölge, Sessizleşen Diplomasi
İran’ın cevabı gecikmedi. Yüzlerce drone ve füze, İsrail hava savunmasına yöneldi. Bölgedeki gerilim tırmandı. Barış masası devrildi. Savaş senaryosu bir kez daha öne çıktı.
Son Söz
Diplomasi kırılgandır.
Barış, en çok da zamanlama ister.
Ama bazıları, barışı zaman kaybı olarak görür.
Onlar için füze, diplomasiye tercih edilir.
Bugün Ortadoğu bir kez daha “masaya oturmak” yerine, mevzilere dağılıyor.
Ve tarih yine aynı soruyu soruyor:
Barışa bir adım kala tetiği kim çekti?
“Füze bir ülkeyi vurur,
Susan diplomasi bir bölgeyi.”
Adnan Fişenk
Gazze’de yaşananlar artık savaş değil; modern çağın en karanlık, en utanç verici insanlık suçlarından biridir. İsrail’in sivillere yönelik sistematik saldırıları, sadece bomba ve kurşunla değil; açlıkla, susuzlukla, temel ihtiyaçları engellemekle yürütülüyor. Bu, kelimenin tam anlamıyla sivil bir yok etme planıdır.
Bir halkı, suya, elektriğe, ilaca, gıdaya ulaşamaz hale getirmek savaş değil; işkencedir. Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, dünya televizyonları magazin programları yayınlamaya devam ediyor. İsrail, hukuku değil vicdanı da aşıyor.
Uluslararası yardım bile artık hedefte.
Uluslararası sularda insani yardım taşıyan Medlaan gemisinin durdurulması ve aktivistlerin gözaltına alınması, yalnızca deniz hukukunun değil, insani değerlerin de çiğnendiğini gösterdi. Yardım götürmek bile “suç” sayılıyor.
Peki, dünya neden susuyor?
Bu sorunun cevabı ne yazık ki açık: Sessiz kalmak bir politikadır. BM’nin etkisizliği, ABD’nin koşulsuz desteği, AB’nin çifte standardı bu sessizliğin temel aktörleri. Oysa Gazze’de ölen sadece insanlar değil; uluslararası hukukun itibarı ve insanlığın onurudur.
İsrail, sadece Gazze ile yetinmiyor.
Suriye’de, Lübnan’da, hatta Şam yakınlarına kadar gerçekleştirdiği saldırılar, artık bu savaşın sınır tanımadığını gösteriyor. Golan Tepeleri’nin ilhakı, bölgesel istikrarsızlığı daha da derinleştiriyor.
Bu tabloya bakarak şu soruyu sormak zorundayız: Bugün Filistin için susanlar, yarın kendi halkları için de konuşamayacak hale geldiklerinde ne yapacaklar?
Adnan Fişenk
PKK’nın 5-7 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirdiği sözde fesih kongresinden sonra kamuoyuna yapılan açıklamada, silahlı mücadeleyi bıraktıklarını ve tüm örgütsel faaliyetlerini durdurduklarını ilan ettiler. Açıklamada, teröristbaşı Abdullah Öcalan’ın sunduğu dört maddelik önerinin kabul edildiği vurgulanırken, “Silahlı mücadele yöntemine son veriyoruz” denildi.
İlk bakışta bu açıklama, Türkiye’nin yıllardır yürüttüğü terörle mücadelenin bir sonucu gibi yorumlanabilir. Ancak satır araları okunduğunda, bu açıklamanın bir sona değil, yeni bir evreye geçiş işareti olduğu açıkça görülüyor.
Gerçekten Fesih Mi, Taktik Değişikliği Mi?
Açıklamada yalnızca “PKK” isminin geçmesi, ancak örgütün asıl çatısını oluşturan KCK’dan ve diğer alt yapılardan hiç söz edilmemesi oldukça manidar. PKK, aslında tek başına bir terör örgütü değil; çok uluslu ve çok katmanlı bir yapının yalnızca Türkiye koludur.
Bugün PKK diyerek perdeye veda eden yapı, yarın KCK, YPG, PJAK ya da SDG adıyla sahneye yeniden çıkabilir. Nitekim aynı ideoloji, aynı lider kadro, aynı hedefler hâlâ yerli yerinde duruyor.
KCK: Terörün Çok Uluslu Çatısı
Bu yapıyı anlamadan PKK’nın fesih kararını değerlendirmek eksik kalır. KCK (Koma Civakên Kurdistanê), sözde “Kürdistan Topluluklar Birliği” adı altında faaliyet gösteren, farklı ülkelerdeki uzantılarıyla organize çalışan bir terör yapılanmasıdır.
Bu yapılanmanın coğrafi dağılımı ise şöyledir:
• Türkiye’de: PKK
• İran’da: PJAK
• Irak’ta: YPG (bölgesel geçiş noktaları ve lojistik destek)
• Suriye’de: SDG/YPG (ABD destekli yapılanma)
• Avrupa’da: KCK merkez yapılanması (siyasi, finansal ve propaganda ayağı)
Bu tablo, karşımızda yalnızca bir örgüt değil, bir terör holdingi olduğunu gösteriyor. Fesih, bu ağın tamamını kapsamadığı sürece, inandırıcı olamaz.
Kandil’in Öcalan’a Rağmen Ajandası mı Var?
Açıklamada Öcalan’ın önerilerine atıf yapılması, bu kararın onunla eşgüdümlü alındığı izlenimi verse de, gerçekte Kandil’deki yapı uzun süredir Öcalan’dan bağımsız bir strateji yürütüyor. Zira Öcalan yıllardır tecritte ve kamuoyuna doğrudan bir mesaj veremiyor.
Kandil’in bu açıklamayı, örgütün uluslararası meşruiyetini artırmak için bir fırsat olarak kullanması da mümkün. Siyasi kanatlarını Avrupa’da daha açık faaliyetlere yönlendirmek, Suriye’de SDG aracılığıyla kendini “laik ve demokratik güç” gibi pazarlamak, bu adımın perde arkasında duran hedefler arasında olabilir.
Bu Gelişme Kimlerin İşine Yarar?
PKK/KCK yapılanması, yalnızca Türkiye için değil, İran, Irak ve Suriye için de bir güvenlik tehdidi. Buna rağmen bu yapı, uzun yıllardır farklı ülkelerin bölgesel çıkarları için kullanıldı.
• ABD ve Avrupa, Türkiye ve İran’a karşı bu yapıyı denge unsuru olarak gördü.
• İsrail, bölgede İran etkisini kırmak adına zaman zaman dolaylı destekler sundu.
• Rusya ve Çin, Batı etkisini kırmak için bu yapıyı kontrol altında tutmaya çalıştı.
Bu nedenle PKK’nın feshi, bu güçler için yeni bir “yeniden pozisyonlanma” süreci olabilir. İsim değişir, destek şekil değiştirir, ama amaçlar aynı kalabilir.
Türkiye Ne Yapmalı?
Türkiye, bu açıklamayı sadece bir son olarak değil, yeni bir dönemin başlangıcı olarak okumalıdır.
• Rehavete kapılmadan istihbarat ve güvenlik güçleri teyakkuzda olmalı.
• Yeni yapıların isim, kadro ve bölge bazlı analizleri çok dikkatli yapılmalı.
• Uluslararası arenada “terörü aklama girişimlerine” karşı proaktif ve sert bir diplomasi yürütülmeli.
Son Söz
PKK’nın feshedildiği iddiası, kulağa hoş gelen bir haber gibi dursa da, gerçek öyle mi?
Adı silinmiş bir örgüt, zihniyetiyle, hedefiyle, bağlantılarıyla hâlâ ayakta kalabiliyorsa, o sadece maskesini değiştirmiştir.
Türkiye için tehdit, adla değil, zihniyetle ilgilidir. O yüzden sormak gerekir:
PKK bitti mi, yoksa sadece maskesini mi değiştirdi?
Bugün Türkiye’de adalet sisteminin üzerinde taşıdığı yük, artık sadece hukukçuların değil, her vatandaşın doğrudan hissettiği bir yapısal krize dönüşmüş durumdadır. Cezaevlerinde halihazırda bulunan yaklaşık 410.000 mahkûm, Türkiye’nin adalet sistemine dair bir resim sunmaktan öte, bizzat sistemin gerçekliğini gözler önüne sermektedir. Bu sayı, Türkiye’nin 81 iline ek olarak adeta bir “82. vilayet” gibi çalışan cezaevi sistemi gerçeğini ortaya koymaktadır.
Bu tablonun arka planında yalnızca cezaevlerinde bulunanlar değil, aynı zamanda haklarında yakalama kararı bulunan on binlerce kişi, şartlı tahliye kapsamında serbest bırakılan yüz binler ve kolluk güçlerinin halen aradığı bir milyonu aşkın insan bulunmaktadır. Cezaevi kapasitesinin çok üzerinde bir nüfusu barındırmaya çalışması, devletin ceza infaz kurumları üzerinde sürdürülebilirlikten uzak, kriz yönetimi tarzında bir işleyiş içinde olduğunu düşündürmektedir.
Adalet mekanizmasının yükünü yalnızca cezaevleri değil, aynı zamanda yargı organlarının üzerindeki dava yoğunluğu da oluşturmaktadır. Türkiye genelinde yerel mahkemeler, istinaf mahkemeleri ve Yargıtay’ın üzerinde bulunduğu 8,5 milyon dava dosyası, sistemin ne denli tıkanmış olduğunu göstermektedir. Bu sayıya henüz yargıya intikal etmemiş, ancak dosyalaşma sürecinde olan yaklaşık 5 milyon potansiyel dava dosyası da eklendiğinde ortaya çıkan tablo, hukuki tıkanıklığın boyutlarını katlayarak artırmaktadır.
Bu dosyaların içerdiği taraflar, tanıklar ve müştekiler hesaba katıldığında ise yargının doğrudan ya da dolaylı şekilde temas ettiği insan sayısı 50 milyonun üzerine çıkmaktadır. Türkiye’nin 18 yaş üzeri nüfusunun yaklaşık 60 milyon kişi olduğu düşünüldüğünde, neredeyse her iki kişiden biri bir şekilde yargı süreçlerinin içinde ya da çevresindedir. Bu durum, adliyelerin adeta birer “arı kovanı” gibi işlemesine neden olmakta; yargının asli görevi olan adaleti tesis etmek işlevi, niceliksel yoğunluk karşısında niteliksel olarak sekteye uğramaktadır.
Bir başka dikkat çekici veri, yerel mahkemelerin verdiği mahkûmiyet kararlarının yaklaşık %67 oranında üst mahkemelerce bozulmasıdır. Bu oran, yargının alt kademelerinde verilen kararların hem hukuka uygunluğu hem de adalet duygusu açısından ciddi sorgulamalara açık olduğunu göstermektedir.
Ayrıca FETÖ terör örgütüyle mücadele kapsamında yaklaşık 5.000 hâkim ve savcının görevden el çektirilmiş olması, onların geçmişte verdikleri kararların meşruiyetini de tartışmalı hale getirmiştir. Bu durum, toplumda hukuka ve yargıya olan güvenin sarsılmasına neden olmuş, adaletin tarafsızlığı ve bağımsızlığı ilkesi derin bir yara almıştır. Zira geçmişte verilen kararların hukuki temellerinin ne denli sağlıklı olduğu sorusu, yalnızca bireysel mağduriyetleri değil, aynı zamanda sistemsel bir güvensizlik iklimini de beslemektedir.
Bu noktada yapılması gereken, geçici çözümlerle sistemin ağır aksak ilerlemesine göz yummak değil; köklü bir yargı reformunu hayata geçirmektir. Yargı teşkilatında liyakat esaslı atama ve denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi, hukukun üstünlüğü ilkesinin tavizsiz biçimde işletilmesi, ceza adalet sisteminin yeniden yapılandırılması ve özellikle infaz rejiminin insan onuruna yaraşır hale getirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir.
Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, mahkûm edilen bireylerle birlikte onların eşleri, çocukları ve aileleri de hayatın olağan akışı içerisinde sosyal dışlanma, ekonomik mağduriyet ve psikolojik yıkım yaşamaktadır. Bu insanlar, suç işlememiş olmalarına rağmen, adeta açık cezaevinde yaşayan birer görünmez mağdura dönüşmektedir. Bu nedenle infaz sisteminde insan haklarını esas alan bütüncül bir yaklaşım benimsenmeli; cezalandırma mantığı yalnızca bireyle sınırlı tutulmalı, ailenin sosyal dokusu korunmalıdır.
Toplumsal infiale neden olmayan, kişisel hak ve özgürlüklere zarar vermeyen bazı suç tipleri için alternatif çözüm yolları (uzlaştırma, kamu hizmeti cezası, denetimli serbestlik gibi) daha etkin biçimde uygulanmalı; yargının yükü azaltılmalı ve cezaevleri asli işlevine döndürülmelidir.
Türkiye’nin adalet sisteminin yükünü hafifletmek, sadece mahkemelerin değil, toplumun tamamının ortak meselesidir. Adalet, bir milletin vicdanıdır. Bu vicdanı susturmak değil, duyulur kılmak sorumluluğu ise bugün hepimizin omuzlarındadır.